2017’nin Ağustos ayıydı sanırım. Elimdeki işleri bitirmiş ekran başında bir şeylere göz gezdiriyordum. Anlık olarak zihnimde şöyle bir soru oluştu; “acaba ben de yüksek lisans yapabilir miyim?” O ana kadar ne böyle bir düşüncem ne de bu yönde bir girişimim olmuştu. Bunun sebebi belki de eğitim hayatımın parçalı olarak gerçekleşmesiydi, belki de özgüven eksikliği, bilemiyorum. Bir merakla üniversitelerin lisansüstü programlarını araştırmaya başladım. İki faktör benim için çok önemliydi; ilki, yapabilecek olduğum yüksek lisansı bir devlet üniversitesinde gerçekleştirmek, ikincisi ise seçeceğim programa beni “kalbimin” götürecek olmasıydı.

Nasıl oldu bilmiyorum ama kendimi birden Ankara Üniversitesi’nin internet sitesini incelerken buluverdim. Sanki takılmış gibiydim. Hayatımın belli bir evresinden sonra sosyal bilimlere ilgi duymaya başladığım için seçecek olduğum program da bu ilgimle özdeşleştirebileceğim bir program olmalıydı. Hemen üniversitenin sosyal bilimler enstitüsüne ait alt sayfaları incelemeye başladım. Herhalde bu benim için çok başka bir duyguydu ki “İnsan İlişkileri” programı beni o an cezbetti. Cezbetmekten öte sanki program adıyla karşılaşınca tutulmuş gibiydim. O an programa kabul şartlarına baktım ve bir an vazgeçer gibi oldum. Tereddütlüydüm, program hakkında pek bir bilgim yoktu. Ayrıca, kabul edilip edilemeyeceğime dair şüphelerim vardı. Tam da o ara programın tanıtım videosunun olduğu sayfaya eriştim. Karşımdaki isim Prof. Dr. Müge Ersoy Kart/Nükhet Müge Kart idi. Kulaklıklarımı takıp videoyu izlemeye başladım. Videoyu izledikten sonra sanki film kareleri gözümün önünde canlanıyormuşçasına ilerleyen zamanlarda tanışacağım, tanıyacağım Müge Hocamın beni programa başvuru yapmam için ikna ettiğinin farkına vardım.

Akşam oldu ve ben evdeydim. Günlük rutinleri gerçekleştirdikten hemen sonra yatmıştım. Yatarken zihnimde beliren düşünce şöyleydi; “sen bu programa kabul edilmezsin, vazgeç!” Sabah oldu ve ben yataktan bu defa şöyle bir dürtüyle uyandım; “bugün işe gittiğinde ilk işin yüksek lisans için insan ilişkileri programına başvurmak olsun!” Durum tam da böyleydi ve ben kendimi bu dürtüyü gerçekleştirmekten geri alamamıştım. Çalışma ofisine geldiğimde ilk yaptığım iş programa aday öğrenci olarak başvuru yapmak oldu. Ardından bilim sınavının yapılacağı gün ve saati beklemeye başladım. Ankara’ya çok uzun bir zamandır yolum düşmemişti. Sınavdan bir gün önce hazırlıklarımı yapıp yola koyuldum. Ankara’ya varır varmaz konaklayacağım yere gidip yerleşmiş ve ardından kısa da olsa bir Ankara gezisi gerçekleştirmiştim. Bu kısa gezinin ardından kalacağım yere tekrar dönerek bilim sınavının yapılacağı vakti beklemeye başladım. Ertesi gün erken bir vakitte Çankaya’dan çıkıp Cebeci’ye doğru yola koyulmuş ve kendimi siyasal bilgiler fakültesinde buluvermiştim. Sınava gireceğim dersliğe giderek yerimi aldım. Bir müddet sonra içeriye girecek olan kişi Müge Hoca olacaktı. Kendilerini ilk defa görüyordum. Heyecanlıydım ve aynı zamanda stresliydim. Söz konusu Ankara Üniversitesi olunca insan ister istemez bir heyecana kaplıyor. Bazı öğrenci arkadaşlarımız arasında ara ara İstanbul Üniversitesi ile Ankara Üniversitesi’nin mukayesesine tanıklık ettiğim olmuştur. Hangi üniversite daha iyi bağlamında bilindik karşılaştırmalar… Bir dönem İstanbul Üniversitesi’nde öğrenim görmüş fakat bazı sebeplerden ötürü eğitimimi yarım bırakmak durumunda kalmıştım. Lisansüstü eğitimimle birlikte Ankara Üniversitesi’ni ve üniversitede görev yapan birçok öğretim üyesini tanıma fırsatı bulmuştum. Söz konusu karşılaştırmalar için benim düşüncem şu yönde; “İstanbul Üniversitesi’nde okunur, Ankara Üniversitesi’nde yaşanır.”

Sınav başlamıştı, tüm dikkatimi toplayarak kendimi sorulara odaklamıştım. Sınavı tamamlayıp cevap kâğıtlarımı beni o tatlı tebessümleriyle karşılayacak olan Müge Hocamın ellerine teslim etmiş ve İstanbul’a dönüş yoluna koyulmuştum. Sınavım gayet iyi geçmişti, keyifliydim. Kendi kendime “tamam, oldu bu iş!” diyordum. İstanbul’a dönüşümün ardından bir hafta gibi bir süre sonra enstitünün sayfasında sınav sonuçlarının açıklandığını gördüm. Büyük bir heyecan ve mutluluk hissiyatıyla sonuçlara baktım. Adım asil listede yoktu, bir umut yedekler sıralamasına baktım, fakat burada da geçmiyordu adım. Bu benim için büyük bir hayâl kırıklığıydı. Hâlbuki sınavım çok iyi geçmişti. Bir an düşündüm, nasıl olurdu bu? Kendi kendime “nerede hata yaptım?” diyerek sormaya başladım, ama bu sorunun bende bir cevabı yoktu. İnsanın hayâl kırıklığına uğraması gerçekten de kötü bir duygu. O an hayâllerinizin karşılık bulamayışıyla yüzleşmek durumunda kalıyorsunuz ve kendinizi çaresizlik içinde kalmış gibi hissedebiliyorsun. Yapacak bir şey yoktu. Bu durumdan mütevellit bir süre bu moral bozukluğunu yaşamak durumunda kalmıştım.

Aradan yaklaşık beş ay gibi bir zaman geçmişti ve mevsim artık kıştı. İlk girdiğim sınavı kazanamamış olsam da hayâlimden vazgeçmemiş ve aday öğrenci olarak enstitüye yeniden başvuruda bulunmuştum. İlkinde olmasa da bu sefer olacağına dair bir inancım vardı ve ben yine Ankara’nın yolunu tutmuştum. İkinci defa sınava girmek için yeniden siyasal bilgiler fakültesindeydim. Sınav başlıyordu ama bu defa Müge Hocayı görememiştim. Kendilerini görüyor olmanın bana motivasyon olacağına dair bir inancım vardı, bu sebepten içim buruktu. Hâlbuki Müge Hoca ile daha önce ne bir tanışıklığım söz konusuydu ne de bir görüşmem olmuştu. Sınav bitmiş ve kağıdımı teslim etmiştim. Bu defa sanki biraz zorlanmış gibiydim, beklediğim gibi geçmeyen bir sınav ve üzerine Müge Hoca’yı görememek! Yine de umutluydum. Sınavdan çıkınca kalbimden geçen bir duyguyla fakülteden çıkış yapmamak için kendimi zor tutuyordum. Aradan biraz zaman geçtikten sonra tam çıkış kapısına yöneldim ki o an kapıdan içeriye girecek olan Müge Hoca olacaktı. Bir an için medeni cesaretimi toplayarak “-Merhaba Hocam” deyip kendilerinin karşısına çıkıverdim. Merhabalaşmanın ardından Müge Hocaya kendimi tanıtıp, programa kabul edilmeyi beklediğimi, bunun için ikinci kez sınava girdiğimi anlatan bir dizi sözler sarf ettim. Müge Hoca da bunun üzerine kısa ve öz olarak “-Bakalım, cevap kağıdına neler yazmışsın. Jüri gerekli değerlendirmeyi yapacaktır” diyerek mukabelede bulunmuştu. Ardından fakülteden ayrılıp İstanbul’a dönüş için yeniden yollardaydım. Yine yaklaşık bir hafta sonra sınav sonuçları açıklanmış ve ben yine adımı ne asil listede ne de yedekler listesinde görememiştim. Hayâl kırıklığını yeniden yaşıyordum. Düşündüm, bir şeyler yolunda gitmiyordu ama ne? ve ben nerede nasıl bir yanlış yapıyordum? Umudum kırılmıştı, açıkçası vazgeçme eğilimindeydim artık. Tekrar tekrar aynı sınava girmek ve aynı hayâl kırıklıklarını yaşamak…

Bir akşam evin balkonunda oturup kendi kendime düşüncelere dalmıştım. O esnada benim için çok kıymetli olan bir büyüğümle telefon görüşmesi yapıyordum. Konu okul durumuna gelmiş ve bana ne yaptığımı sormuştu, ben ise şansımı iki defa denediğimi ama başaramadığımı söylemiştim. Bunun üzerine kendileri bana sınava yeniden girme hakkımın olup olmadığını sormuşlar, ben de herhangi bir sınırlamanın olmadığını söyleyince vazgeçmeyip yeniden sınava girmem için bazı telkinlerde bulunmuşlardı. “-Belki de bu defa” diyerek, hayâl kırıklıklarımı bir kenara bırakıp yeniden şansımı deneme kararı almıştım. Peki ama bu defa nereden ve nasıl başlamalıydım? İki defa girip sonucunda hayâl kırıklığı yaşadığım bir bilim sınavını nasıl verebilirdim? Ertesi gün siyasal bilgiler fakültesinin internet sitesine girerek Müge Hoca ile kontak kuracağım bir telefon numarası araştırmaya başladım. Aklıma koymuştum, Müge Hoca ile yeniden görüşmek istiyordum. Hocamın telefon numaraların bulur bulmaz hemen kendilerini aradım. Ancak bu yolla “ne yapabilirim?” sorusuna cevap bulabilirdim. Telefonumu açan kendileriydi. Kısa bir merhabanın ardından kendimi tanıtınca “-Evet, hatırladım seni” diyerek beni cevaplamıştı. Ardından insan ilişkileri programıyla ilgili düşüncelerimi ve bu programda öğrenim görmeyi ne kadar çok istediğimi ifade edip kendilerinden yardım talebinde bulunmuştum. Müge Hoca sözlerimi bitirene kadar dinledikten sonra “-Tamam, anladım seni” deyip “-Şimdi senden eline bir kağıt-kalem alıp söyleyeceklerimi not almanı istiyorum” dedi. Çok mutluydum, çünkü bu benim için yeni bir umuttu! Kendileri bana bazı kitap ve incelemelerde bulunmam için bir dizi konu başlığı önerilerinde bulunmuşlardı, ardından da “-Okumalarını yaptıktan sonra yeniden bir haberleşelim” demişlerdi. Müge Hocanın bana önerdiği kitaplardan birisi hiç şüphe yok ki ülkemizin sosyal psikoloji alanında yetiştirdiği en önemli hocalarından Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın (kendilerini buradan rahmet ve minnetle anıyorum) imzasını taşıyan “İnsan ve İnsanlar” isimli eserdi. Bundan sonrası benim için ödevlerimi yerine getirmekti. Net hatırlamamakla birlikte sanırım Şubat ayının sonlarıydı. Sınav hazırlıklarıma devam ederken bilvesile umre ibadeti için ikinci defa Mekke şehrinde olacaktım. O ara çalışmalarıma bir müddet ara vermiştim. Unutamadığım anlardan biridir, Kâbe’nin karşı cephesinde bağdaş kurup oturmuş öylece yapıyı seyrediyordum. İçimden gelen bir hissiyatla Kâbe’nin sahibine dua etmeye başladım. Bu dualardan biri elbette ki bilim sınavından geçebilmem için bir yardım temennisi olacaktı. O mekânda yaptığım en temiz ve belki de en değerli dua buydu. Umre ibadetimin sonrasında yeniden İstanbul’daydım. Hazırlıklarımı sürdürüp sınava yakın bir tarihte Müge Hoca ile yeniden temasa geçip kendilerinin önerilerini yerine getirdiğimi iletmiş, Hocam da bana artık sınav için hazırlıklı olduğuma dair düşündüklerini ve başarı dileklerini ifade etmişlerdi.

Artık üçüncü defa Ankara’da ve yine siyasal bilgiler fakültesindeydim. Bu defa çok başka düşünceler ve motivasyona sahiptim ama buna karşın yaklaşık üç dört ay çalışarak hazırlandığım bir sınavın da stres yükü omuzlarımın üzerindeydi. Soru kağıtları dağıtılmış ve ben karşıma çıkan sorulara odaklanmıştım. Bir an tereddütte kaldım, çünkü çalışmış olduğum konu ve kavramlardan biraz daha farklı konularla karşı karşıya gibiydim. Panik yapmaksızın çalıştığım ve bilgi sahibi olduğum tüm temel kavramlardan yola çıkarak bizlerden istenen cevapları yazmaya çalıştım. Nihayetinde sınavı tamamlayıp derslikten çıktım. Bizden istenen bazı evrakları teslim etmek için programın aynı zamanda anabilim dalı başkanlığını da yürüten Müge Hocanın çalışma odasına doğru hareketlenmiştim. Müsaadelerini isteyerek odalarına girdim ve evrakları kendilerine teslim ettim. O esnada Hocam sınavımın nasıl geçtiğini sormuş ben de düşüncelerimi kendileriyle paylaşmıştım. Bana iyi dileklerini sunan Hocama ben de sınava hazırlanmamda bana yardımcı olmalarından ötürü kendilerine şükrânlarımı ifade edip odadan ayrılmıştım.

İstanbul’a dönüşün hemen ardından Antalya’ya hareket ettim. Programa kabul edilebilmek için geride bıraktığım üç dönem ve girdiğim sınavların ardından hem yorgunluğumu hem de stresimi atmak -belki biraz da kendimle baş başa kalmak- için bir süreliğine Antalya’da olacaktım. Her ne kadar bedensel olarak Antalya’da olsam da aklım sürekli Ankara’daydı. Birkaç gün geçmişti sanırım, kaldığım otelin bahçesinde dolaşırken erken olduğunu biliyor olsam da enstitünün internet sitesine girip sonuçların açıklanıp açıklanmadığını kontrol etmek istedim. Sonuçların erken sayılabilecek bir sürede açıklandığını görünce şaşırmış, hemen adımın listede olup olmadığını kontrol etmeye başlamıştım. İlk bakışta asil ve yedekler listelerinde adımı görememiştim. Yine bir hayâl kırıklığıyla karşı karşıya kaldığımı düşünmeye başlamışken listeye yeniden baktığımda adımın bu defa listede olduğunu gördüm. Küçük bir çocuk mutlu olduğunda nasıl sevinirse aynı sevinci ben yaşıyordum, öyle mutluydum ki bu mutluluk kelimelerle ifade edilemezdi. Bir buçuk yıl beklediğim bir programa kabul edilmiştim. Sevincimi tabi ki ilk olarak Müge Hocam ile e-posta yoluyla paylaşmıştım. Kendileri ise cevaben yazdıkları e-postada beni tebrik ediyorlar ve insan ilişkileri programında benim çok başarılı olacağıma olan inançlarını dile getiriyorlardı. Hocamın tebrikleri beni onore ederken başarı beklentilerini ifade etmeleri sanki omuzlarıma yeni bir yük bindirmişti. Başarılı olabilmek!? Mutluluk ile endişe duygusunu bir arada yaşıyordum. Endişemin asıl sebebi benimle birlikte aynı dönemde yer alacak diğer öğrenci arkadaşlarımın genel olarak benden çok daha nitelikli okullardan/fakültelerden mezun olmalarıydı. Buna karşın ben ise eğitim hayatı parçalı olarak devam etmiş, bitirdiğim okullardan düşük not ortalamalarıyla mezun olmuştum.

Benim için hikâyemin zorlu zamanları asıl şimdi başlıyordu. Enstitüye kayıt işlemlerinin ardından artık derslerin başlamasını bekliyor olacaktım. Nihayetinde dersler başlamış ve kendimi zorlu bir maratonun içinde buluvermiştim. Bu zorlu maratonun içinde “Çalışma Yaşamında Davranış ve Kişilik” dersimizle birlikte Müge Hocayı daha yakından tanıma fırsatını bulacaktım. Yaşadığım bu süreç içerisinde Müge Hocaya dair zihnimde beliren bir portre oluşmuştu aslında fakat kendilerini alacak olduğum ders ile birlikte çok daha yakından tanıma fırsatını yakalamış olacaktım. İlk dersimizin belirli bir bölümü tanışmayla geçecek ve Müge Hoca bizleri o nezaketli ve bir o kadar da samimi duruşlarıyla karşılayacaktı. Tanışmanın hemen ardından Müge Hoca ilk derse yumuşak bir geçiş yapmıştı. Dersin başlamasıyla birlikte tüm dikkatimi Müge Hocayı vererek kendilerini dinlemeye başlamıştım. Ara ara notlar alıyor, hiçbir şekilde kendilerinin anlatımından da geri kalmak da istemiyordum. Bunun önemli bir sebebi ders esnasında aktardıkları bilgilerin dersin çok daha ötesindeki bilgileri de barındırıyor olmasıydı. Dikkatimi çeken asıl gerçek ise Müge Hocanın dersi adeta bir orkestra şefinin orkestrasını sevk ve idare edişleri gibi bizleri o denli ustaca yönetiyor oluşu olacaktı. Burada değinmek istediğim bir başka konu ise Müge Hocanın bilgiyi öğrencilerine aktarırken ortaya koyduğu üslubuydu. Bu üslup herhangi bir hocanın öğrencilerine dersi anlatmalarından çok daha öte bir anlayışa sahipti. Bu anlayış, içerisinde “izah” edici bir anlam barındırıyordu. Evet, Müge Hoca aslında ders içeriğine ait bilgiyi anlatmıyor, karşısındaki her bir öğrenciye sanki teker teker “izah” ediyor gibiydi. Bana göre bu çok önemli bir olgu. Çünkü bir öğrenci olarak kanaatim o ki “bir ders ancak ders esnasında öğrenilebilir.” Bu ustaca anlatımın temelinde yatan iki önemli faktör olduğunu düşünüyorum; birincisi, -hiç şüphe yok ki- Müge Hocanın yüksek bir entelektüel kişiliğe sahip olması, ikincisi ise –ki bu bana göre diğer tüm faktörlerden çok daha önemli- çeyrek asrı geride bırakan bir birikimle öğrencilerini karşılıyor olmalarıdır.

Hikâyemin zorlu zamanları benim için gerçekten de “zorlu” geçiyordu. Alan dışı bir öğrenci olmamdan dolayı hem çok daha fazla okuma yapmam hem de aldığım her bir ders için o derse fazlasıyla vakit ayırmam gerekiyordu. Şunu açıkça ifade etmek gerekirse, aldığım tüm derslerde her bir hocamın bilgi ve tecrübesinden oldukça faydalandığımı itiraf etmeliyim. Alanının en iyi hocalarında ders almak ve onların tecrübelerinden fazlasıyla istifade etmek sahip olabileceğiniz büyük bir hazinenin kapılarını aralıyor. Ben böyle bir hazinenin kapılarını araladığımı düşünüyorum. Biliyorum, çok zorlandım ve kendimi fazlasıyla da zorladım ama geriye dönüp baktığımda benim için zor olan bir süreci iyi bir derece ile tamamlayarak kendi adıma bir başarı (ki, …başarım ancak Allah iledir. Hûd/88) gösterdiğimi düşünüyorum ve hayatımın bundan sonraki evrelerinde başarı gösterebileceğim çalışmalara/işlere imza atmak istiyorum. Buraya kadar kendi hikâyemin bir kısmına ayrıntılı olarak yer vermem gerekiyordu, bundan sonrası için ise kendi hikâyemin ayrıntılarını noktalayarak bu yazının başlığıyla ilişkili birkaç hususa daha değindikten sonra yazımı noktalamak istiyorum.

Öğrencilik yaşamında, söz konusu hocalar olduğu zaman çoğumuz onlara karşı birtakım duygu ve düşüncelerimizi açığa vuruyor, bu duygu ve düşüncelerimizi arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Bu türden konuşmalarda onlar için bazen “iyi” bazen de “kötü” betimlemelerde bulunuyoruz. Elbette “iyi hoca”-“kötü hoca” gerçeğinin olduğunu inkâr etmiyorum. Buna karşın herhangi bir hocaya nasıl ve ne şekilde yaklaştığımız sorusunun da altını çizmem gerekiyor. Lisansüstü eğitimim süresince birçok arkadaşımın gözünde tam bir “Müge Hocacı” betimlemelerine maruz kaldığımın da farkındaydım. Onlar bunu bana sözleriyle ifade etmeseler de ben durumun böyle olduğunu içten içe sezinliyordum. Fakat bunu kendime hiçbir zaman sorun etmedim, çünkü başkalarının benim hakkımda ne/neler söylediğinin bir önemi olmadığını “Müge Hocam”dan öğrenmiştim. Öyle zannediyorum ki bu durum Müge Hoca için de böyledir. Kendileri de başkalarının onun için neler söylediklerini önemsemiyor ve nasıl yapması gerekiyorsa işini o şekilde yapıyordur. Kişilik kavramı bağlamında elbette ki olumlu geri dönütlerin bireyleri motivasyon açısından olumlu yönde beslediğini de iyi bilmekteyiz. Dolayısıyla burada ne anlatmak istediğim sanırım okuyucular açısından gayet net ve açık bir biçimde ortadadır.

Sonuç olarak;

Prof. Dr. Müge Ersoy Kart/Nükhet Müge Kart, “Mekteb-i Mülkiye-i Fünûn-u Şâhâne”nin “şâhâne” hocalarından biridir. Entelektüelliğiyle, tecrübeleriyle ve çeyrek asrı devirmiş eğitmenlik kimlikleriyle bu böyledir. Öğrencilerine nasıl yaklaşacağını ve onlara neler verebileceklerini gayet iyi bilmektedirler. Kendilerinin karşılaşılan sorunlara nasıl eğilebileceğini ve gerektiğinde yardım ellerini ne şekilde uzatabileceğini anlamak için ise pencerelerinizin iki kanadını da açmak gerekiyor. Öğrencileriyle kurdukları duygudaşlıktan ise sanırım söz etmeye bile gerek yok. Derse başladıklarında o “şâhâne” “izah” edici betimlemeleriyle öğrencilerini bilgiyle bezemektedirler. Buna karşın, ne verdilerse o kadarını da almasını gayet iyi bilirler, çünkü tam bir “otorite” sahibidirler. “Müge Hoca” Ankara Üniversitesi’nin bir eseri olduğu kadar, ben de “Müge Hoca”nın bir eseriyim. Benim sahnelemek istediğim bir oyunum vardı ama sahnem yoktu. Bana sahneyi kazandıran “Müge Hocam”a şükrân borçluyum! Üzerimdeki tüm emekleri ve her şey için! Umarım yollarımız yeniden kesişir ve ben karşılarına çıkıp yeniden “Müge Hocam”ı yaşarım!

*Bu yazımı çok kıymetli büyüklerim Gülay ve Arif Ünal Ersoy çiftinin aziz hatıralarına ithâf ediyorum.