Yaklaşık 2 yıl öncesiydi. Eşimin bir sağlık problemi sebebiyle İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Hastanesi’nin Gastroenterohepatoloji kliniğinden tedavi desteği almaktaydık. Rutin kontrollerimiz için kliniğe başvurduğumuz günlerden birisiydi. Klinik doktorları eşimi konsültasyon amacıyla Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Kliniğine yönlendirmişlerdi. Prof. Dr. Ayşe Kubat Üzüm Hoca ile tanışmamış işte bu zaman dilimine denk gelmişti.
Eşimle birlikte Hocamızın bulunduğu odaya girmiştik. Henüz isimlerini dahi bilmiyorduk. Bizleri nezaketle karşılamışlardı. Öncelikle bizleri neden ve hangi sebeple kendilerine geldiğimiz noktasında dikkatlice dinleyip elimizdeki mevcut tahlil ve tetkik sonuçlarını incelemek üzere bizlerden istemişlerdi.
Her zaman söylediğim bir şeydir, yaşamım süresince detayları dikkatlice değerlendirir ve herhangi bir olgu için bir yargıya varmadan evvel durumu titizlikle yorumlamaya çalışırım. Bu alışkanlığım ara ara beni yoruyor olsa da sonuca gitmek ve büyük resmi görmek her zaman mutluluk duygusu yaşamamı sağlıyor…
Dikkatimi Hocamıza yöneltmiş, tutum ve davranışlarını dikkatli bir biçimde gözlemliyordum. Klinikte bizleri karşılayacak olan doktorun büyük ihtimal bir asistan olacağına dair ön yargıyla odaya girmiştik. Ne ki, kendilerinin tavırları bunun aksini ortaya koyacak şekilde argümanlarla elimin kuvvetlenmesini sağlıyordu. Her bir tutum ve davranışlarını izlerken zihnimde Richard Sennett’ın Zanaatkâr isimli eserinde sık sık betimlediği “Zanaatkâr” olgusu canlanıyordu. O ana kadar Hocamızın ismini bilmiyor ve kendisiyle daha önce hiç karşılaşmamış olsak dahi kendilerinin tutum ve davranışlarıyla onun bir “Zanaatkâr” olduğuna dair gerçekler birer birer avuçlarımıza bırakılıyordu.
Tahlil ve tetkik sonuçlarının değerlendirilmesi ve muayene sürecinin tamamlanmasının ardından kendileri bizleri yine nezaketle uğurluyordu. Odadan çıkar çıkmaz eşime verdikleri reçeteyi elime alıp kendilerinin isimlerini öğrenmiş oluyordum: Prof. Dr. Ayşe Kubat Üzüm.
O tarihten bu yana yaklaşık 1,5-2 yıl gibi bir süreyi ardımızda bırakmıştık. Elde olmayan sebepler ve düzensiz beslenme neticesinde aşırı kilolu bir birey hâline gelmiştim. İç Hastalıkları doktorumun isteği üzerine diyetisyen nezdinde diyet programlarına bir başlangıç yapmıştım. Ne var ki, bu programlar istediğim gibi ilerlemiyor ve ben de düzenli bir şekilde kilo veremiyordum. Diyet programlarının verimsizliği sonucunda doktorum beni bu defa bir Endokrinoloji ve Metabolizma uzmanından destek almaya itmek durumunda kalmıştı.
Açıkçası, ben de birçok diyet programının başarısızlıkla sonuçlanmasından dolayı bir Endokrinoloji ve Metabolizma uzmanına başvurmak niyetindeydim. Hâl böyle olunca beden sağlığıma kavuşmak için başvuracağım ilk isim zihnimde belirivermişti: Prof. Dr. Ayşe Kubat Üzüm.
Hocamızın kapısını bu defa eşim için değil kendim için çalar bir durumdaydım. Her zamanki gibi o “Zanaatkâr” tavırlarıyla birlikte sıcak naiflikleri karşılamıştı beni. Durumumu ayrıntılı bir şekilde kendilerine izah etmenin ardından Ayşe Kubat Hocamızın kontrollerinde tedavi sürecim başlamıştı. İlk tahlil-tetkik sonuçları benim için pek de iyi değildi. Farkında olmaksızın bir diyabet tanısıyla birlikte hepatik steatoz problemimin olduğu gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kalmıştım. Tabi, kilo verememek de işi cabasıydı.
Kendileri ilaçlı tedavi sürecimin haritasını çıkardıktan sonra diyet konusundaki başarısızlıklarımla ilgili olmak üzere beslenme noktasında da neler yapabileceğimi enine-boyuna izah ettikten sonra, işin geri kalan kısmı bende bitiyor gibiydi. Vaktinde alınacak ilaçlarla beraber beslenme noktasında bir irade ortaya koymam elzemdi. Hocamızın sağladıkları motivasyonla birlikte programa harfiyen uyarak 6-7 aylık bir süreyi geride bırakmıştım. Bu süre sonunda değerlerimde önemli bir iyileşmeyle karşılaşmakla kalmayıp 19 kiloyu ardımda bırakmayı başarmıştım. Bu başarının mimarı elbette Prof. Dr. Ayşe Kubat Üzüm Hocamızdan başkası değildi.
Eşimin sağlık sorunlarıyla ilgili olarak başarılı bir tıp doktorunun meslekî açıdan ancak “Zanaatkâr” betimlemesiyle izah edilebileceği bir Ayşe Kubat Üzüm karakterini tanımanın ötesinde kendi sağlık sorunlarım vesilesiyle o karakterin bir başka özelliği-ki bu özelliklerinin insana dokunan yanının çok daha anlamlı olduğunu düşünüyorum- karşımıza çıkıveriyordu.
Bugüne kadar tanıdığım tıp doktorları içerisinde “bir insana dokunabilen” nadide isimlerden birisiydi Ayşe Kubat Üzüm Hoca.
O düşüncelerini hastalarının/danışanlarının ne ya da neler düşüneceklerini bir kenara bırakarak doğru bildiğinin arkasında duran, duygu ve düşüncelerini bu duruşla ortaya koyan ve başkalarının yaşam süreçlerimizin gerçekleriyle yüzleşme zemini için yumuşak/konforlu bir geçişle baş başa kalmamızı sağlayarak “dokunuşlu” bir anlayış sahibi olmaları çok daha değerliydi benim için.
Evet, karşımızdaki karakter bir “Zanaatkâr” olmanın çok ötesinde ancak ve ancak “Emin” sıfatıyla betimlenebilecek bir tıp doktoruydu.
Bu bağlamda, yazıyı şu cümle ile tamamlamak benim için oldukça önemlidir;
“Bana dokunan insanlardan birisi de hiç şüphe yok ki, Ayşe Kubat Üzüm Hocadır. Ayağımın tökezlediği bir yerde bu defa da umutlarımı ayağa kaldırmamı sağlayan kendileri olmuştur. Bu sebeple şükranlarımı ifade etmek benim için bir borçtur.”
O halde bu yazının başlığı da “Tabîb-ûl Emîn” olmalıdır.