Çağlar Keyder ve Zafer Yenal imzasını taşıyan “Bildiğimiz Tarımın Sonu-Küresel İktidar ve Köylülük” isimli eser bir derleme çalışması olarak İletişim Yayınları tarafından 2013 yılında İstanbul’da yayımlanmıştır. İncelemekte olduğumuz 4. baskı ise aynı yayınevi tarafından 2018 yılında yeniden basılarak okuyuculara sunulmuştur.
Kitabın ana konusu yazarları tarafından, “1980’ler sonrası dönemde Türkiye’de tarım ve köy alanında olup bitenlere odaklanarak tarımsal dönüşümlerin hangi toplumsal koşullar içinde geliştiği ve nasıl sonuçlara yol açabileceği sorularının tartışılması” cümlesiyle açıklanmaktadır. Kitabı oluşturan makalelerin ilk hallerinin önce Binghamton Üniversitesi daha sonra da Boğaziçi Üniversitesinde kaleme alındığı, makalelerden biri hariç olmak üzere diğerlerinin daha önce farklı dergilerde yayımlandığı, ancak bu kitabın yayına hazırlanma aşamasında neredeyse tamamının yeniden ele alınmış olduğu ifade edilir. Yine, anlatımları destekleyici verili tabloların da çalışma içerisinde yer aldığı görülmektedir. Bu tablolarda Türkiye’deki tarım, gıda ve hayvancılık üretimi, ithalat ve ihracat oranları ve bu alanda faaliyet gösteren uluslararası girişimler ve büyük ölçekli yerli kuruluşlar, kırsalda iş gücü ve tarım istihdamı ile şehir ve köy nüfus oranları gibi kısmî demografik bilgiler yer almaktadır. Toplamda altı bölümden oluşan kitap kaynakça ve dizin bölümleriyle birlikte 237 sayfadan oluşmaktadır.
Giriş bölümüyle birlikte Neoliberal dönemde “şehirleşen dünya” (s. 13), şehirleşen dünyada ve Türkiye’de “tarım” ve “köy” kavramlarının gündemde olması gerektiği gibi yer bulamaması durumunun tasviri yapılmaktadır. Hâlbuki “sofra” yâni yemek tüketimi ekonomik ve kültürel sermayeleri yüksek toplumlarda gündelik hayatta ciddi bir yer işgal etmektedir (s. 14). Bu sorunun iki nedenle ilişkilendirildiği görülmektedir. Birincisi, 1980 sonrası gıda tüketimiyle ilgili konularda bilgi artışı olmasına rağmen üretime dair eşit düzeyde bir merakın oluşmaması, ikincisi ise emek-çevre ve değişim ilişkileriyle ilgili konuların dağınık, sınırlı ve devamlılığı olmaksızın gündeme geliyor oluşudur. Shanin’in “köylülük” tanımıyla (s. 18) birlikte “tarım sorunu” üç ana çerçevede tartışılmaktadır; Metalaşma, köylünün mülksüzleşmesi ve siyaset. Metalaşma sürecinde ekoloji, kapitalist gelişme ve kırsal dönüşüm ilişkileri üzerine yoğunlaşmada Marx’ın “metabolik yarılma” kuramı (s. 22) üzerinde durulur. Kavram tarımın biyolojik temellerinden, bireyin ise doğadan kopuşuna (Foster 1999, Moore 2010, Schneider ve McMichael 2010:461) işaret eder. Bu durumun kültürel süreçleri de etkilediği görülmektedir. Sermayenin hegemonik dünya görüşünün yerel kültürel, iklimsel ve çevresel çeşitlilikleri düzleyip yok edişiyle birlikte pazar önceliklerinin ön planda tutulduğunu ifade eden anlatımların yer aldığı görülmektedir. Son 20 ilâ 30 yıllık süreç içerisinde Türkiye’deki tarım üretiminin ve gıda sektörünün metalaşma hükmü altına alındığının çok açık bir ifadesi ortaya konulur. Burada, Marx’ın meta kavramı iş gücünün metalaşması, sömürü ve sınıf oluşumlarını anlamak için kullanılan bir anahtar konumundadır (s. 27). Bu anlamda, üzerinde durulması gereken soru şudur; Köylülüğün tasfiyesinde etken güç nedir? Emek, piyasada satılan bir iş gücü haline nasıl dönüşmüştür?
Neoliberal zihniyet ve pratiklerin mülkiyet konusunda dönüşümü güçlü bir şekilde desteklediği ifade edilir. Türkiye örneklemesinde bir sınırdan bahsediliyor olsa da büyük ölçekli gıda üretimi ve hayvancılık gibi faaliyetlerde bulunulabilecek sermayenin kullanımı için özelleştirme çalışmalarının gerçekleştiğine dair anlatımlar yer bulur. Devlet politikalarının toprağın bekçisi veya mütevellisi gibi değil de gerçek hak sahibiymişçesine düzenleniyor oluşu ise bu durumun bir yansıması olarak görülmektedir. Toprak kullanım alanlarının kısıtlanması, zaman içinde köylülüğün küçük meta üreticiliği haline dönüşümü ve köylü nüfusun kentlere göç ederek ücretli işçi haline gelmesi “görünür” bir durumdur. Buradaki bir diğer etken ise ilaç, zirai ilaç (tohum, gübre vb.), enerji, biyoteknoloji, turizm, tekstil, finans ve perakendecilik gibi alanlarda faaliyet gösteren çok uluslu büyük şirketlerin üretim, yatırım ve ticaretle ilgili kararlarının konu üzerinde doğrudan etkili olduğudur. Ayrıca, köylülüğün çözülmesi üzerine yapılan tartışmalar Türkiye’deki işçi sınıfının da gelişimini anlatan bir örnek niteliğindedir. Tarım sorununun tartışılmasında üzerinde durulan bir diğer kavram ise “siyaset” olarak ifade edilmektedir. Devletler neoliberal inanca göstermiş oldukları biat ile tarım sektöründeki gelişmeleri kontrol edebilecek, köylüyü veya küçük üreticiyi piyasaya karşı koruyabilecek kapasiteden yoksun kalmaktadırlar. Üreticiler kapitalist ağların dışına çıkamayacak kadar piyasayla ve sermaye akımlarıyla girift bir iç içelik yaşamaya mecbur bırakılmışlardır. (s. 39). Bu olumsuz politikalar ve baskı unsurlarına karşın ise dünyada ve Türkiye’deki köylülerin başını çektiği siyasi örgütlenmeler ve toplumsal hareketlerde görülen çoğalmalar ise dikkat çekicidir. Via Campesina’sıyla, Çiftçi-Sen’iyle, Fındıklı Derelerini Koruma Platformuyla günümüzde köylü hareketleri bu yönde çok anlamlı örnekler sunmakla birlikte “başka bir dünyanın mümkün olabileceği” okuyuculara hatırlatılmaktadır (s. 48).
Türkiye’de kırsal bölgelerin dönüşüm meselesine tarihsel olarak bakıldığında, bu sürecin bölgeler arasında dengesiz yaşandığı görülmektedir (Keyder, 1983; Akşit 1985). Karadeniz bölgesinin sahil şeridinin bazı bölgeleriyle Akdeniz ve Ege kıyılarının nispeten daha erken bir dönemde pazarla bütünleşmiş ve buralardaki köylüler küçük meta üreticilerine dönüşmüştür. Öte yandan iç bölgelerde ve doğuda, ürün piyasalarındaki rekabet karşısında dirençsiz kalarak sadece kendi geçimlerini sağlamaya yönelik üretim yapan köylerin yaşadığı ciddi nüfus kayıpları önemlidir. McMichael’e göre günümüzde tarım sorununu bütün boyutlarıyla anlayabilmek için, artan finansallaşmanın, fikrî mülkiyet haklarıyla ilgili yeni uluslararası anlaşmaların büyük şirketlerin oluşturduğu küresel tedarik ağlarının küçük üreticiler üzerindeki etkilerine bakmak gerekliliği doğmaktadır. (s. 57). Devletin tarım alanında hâlâ mevcut ve müdahil olduğunu gösteren gelişmeler yaşanıyor olsa da rolünün tam yetkili bir yöneticilikten farklı olarak daha çok pazar mekanizmalarını tamamlayan, böylelikle çiftçinin pazara daha avantajlı olarak girmesini hedefleyen bir unsura dönüşümü vurgulanan bir diğer durumdur. Çiftçilerin pazarla baş etme stratejilerinde yaşadıkları güvensizlik ve endişe halleri görünür durumdadır. Üretimde ürün çeşitlenmeleri, sözleşmeli çiftçilik ve korumacı politikalardaki zayıflama eğilimleri tarım sorunundaki yaşanan olumsuzların şiddetini arttırmaktadır.
Yaşanan gelişmeler göstermektedir ki, Türkiye tarımında metalaşma dönüşümü oldukça derinleşmiş izler taşır. Pazara yönelik üretimin “geçime yönelik” olan üretim şeklini iç bölgelerdeki ve kıyı bölgelerindeki küçük meta üretici hanelerinde değişikliğe uğratmıştır. Ayrıca, Akdeniz ve Ege gibi kıyı bölgelerinde tarım dışı iş olanaklarının ve çeşitli ekonomik faaliyetlerin köyleri potansiyel emek arzı depolarına dönüştüren mekanizmaların gösterdiği gelişim ise önemli bir diğer durumdur. Gelinen noktada Shanin’in (1971, 5) kelimeleriyle ifade edilen “köylüğünün differantia specificası”nın (en ayırt edici niteliklerinin) zayıfladığını anlatan betimlemelerle sıkça karşılaşılmaktadır. (s. 101). 1980 sonrası dönemde Türkiye’de küresel tarım/gıda kompleksinin hızlı bir şekilde gelişmeye başladığı görülmektedir. Bununla birlikte yine 1980 sonrası dönemde Türkiye’deki gelir dağılımında görülen bozulmalara paralel olarak uluslararası girişim ve yerli büyük şirketlerin gıda sektöründeki üretim ve yatırım stratejilerinin gıda piyasasını katmanlaştırdığı anlatımlarda yer bulmaktadır. Tarım ve gıda sektörlerindeki gelişmelerin Türkiye’nin küresel gıda sanayiine eklenmesinin iki ayrı veçhesi olduğuna vurgu yapılmaktadır (s. 135). Burada “süpermarketleşme” bağlamından söz edilerek gıda sektöründeki dikey entegrasyon eğilimin tarımı da kapsayacağı öngörüsünü dikkate almak önemlidir. Tohumculuk alanındaki uluslararası ve yerli büyük şirketlerin sermaye yatırımları bu anlamda “görünür” bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’deki işçi sınıfı oluşumunu şekillendiren temel unsur olarak tarım ekonomisinin mülkiyet yapısına yapılan vurgu da son derece önemlidir. Proleterleşme ve sosyal politikalar arasındaki ilişkiye Türkiye örneğinden bakıldığında formel sosyal politikaların mülksüzleştirilmiş işçi sınıfının ortaya çıkışıyla doğrudan ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye kapitalizm tarihinin büyük bölümünde sağlık ve emeklilikle ilgili sosyal hakların sadece formel istihdam için geçerli olmasıyla (s. 168) şehirlerdeki resmî olmayan yapılaşmalara göz yummada görüleceği gibi ancak zımnî bir sosyal politika yapısının olduğundan bahsedilmektedir. Bu durumun özellikle doğu bölgelerindeki kırdan kopmuş ve mülksüzleşmiş köylü Kürt halkının büyük şehirlerdeki yoksul mahallerde yığılma göstermesiyle birlikte hükümetlerin dikkatlerini yeniden sosyal politikalara çevirmek durumunda bırakmıştır (s. 168). Böylelikle 2000’li yılların modern devleti için yeni sorumluluklar noktasında bir eğilim ortaya çıkmaktadır. Bu durum için neoliberalizmin farklı bağlamlarda neden olduğu mülksüzleştirmelere cevap niteliği taşıyan küresel bir eğilimin parçası olasılığı (Seekings 2008) üzerinde durulmaktadır. Kent ve kırın birbirine bu kadar yakın olduğu ve tarımın sanayi, hizmet ve finansla iç içe geçtiği böyle bir dönemde proleterleşme süreciyle birlikte karşı karşıya kalınan yoksulluk, sosyal dışlanma ve etnik şiddet gibi toplumsal eşitsizliklerin tartışılması açısından da tarım sorununun üzerinde durmak önemlidir.
Sonuç olarak, tarım sorununun tartışılmakta olduğu bu eserde Marx’ın “metabolik yarılma” kuramının temel düşünce olarak yer aldığı düşünülmektedir. İrdelenen olgular analiz edildiğinde kuramın teşkil ettiği temel son derece anlaşılır görünümdedir. Metalaşma, tarım ve gıda üretiminde yaşanan değişim ve dönüşümler, küreselleşme, değişen köy ve köylülük tanımları, göç ve proleterleşme gibi tarım sorununda önemli yeri olan başlıkların dünya örneklemeleriyle birlikte Türkiye özelinde çok geniş bir çerçevede analiz edildiği görülmektedir. Tarım sorunun tartışmalarda yeteri kadar yer edinemediği bir zaman diliminde böyle bir çalışmanın gerçekleştirilmiş olması son derece önemlidir. Yine, Dünya’da ve Türkiye’de olduğu gibi yoksulluk, çevre, sosyal politikalar ve toplumsal hareketler gibi birçok önemli konuyu anlamlı bir şekilde tartışabilmek için tarım sorunun görünürlüğü bir gerekliliktir. Günümüzde neoliberal ilkelerin tarım üzerindeki etkileri azalıyor olsa da devam ettiği bir gerçektir. Kapitalizmin toplumsal yaşam alanlarımızla olan girift ilişkisi ele alındığında durum daha anlaşılır bir hâl almaktadır. Bu çalışmayla ilgili olarak vurgulanması gereken bir önemli konu da şudur; yazarlar kitabı yeni sorular sorarak tamamlamaktadırlar. Çünkü tarım sorunu “muğlak” görünümünü devam ettirmektedir. “Tarım devlet politikalarıyla şekilleniyor olsa da sonunda piyasa mantığına tabi tutulan bir sektör mü yoksa aynı zamanda geri çekilme-hatta sistem, yani hem piyasaya hem de piyasa mantığını dayatan devlete karşı- bir direnme alanı mıdır (s. 218)?” Ayrıca, tarımsal üretim üzerindeki genetik ve biyoteknolojik müdahaleler, ilk bakışta yoksulluk ve açlıkla sonuçlanacak olan kapitalist sömürü ilişkileri olarak görünebilir. Ancak, burada Batılı, beyaz ve eril aklın doğa ve insan bedeni üzerindeki sınırsız kontrolünü göz önüne aldığımızda[1] meselenin cinsiyet ilişkileriyle ilgili bir boyuta da sahip olduğunu görmemiz mümkündür.
[!] Her hakkı saklıdır, kaynak göstermek koşulu ile alıntı yapılabilir.
Dipnotlar:
[*] Şengün, M., Öğrenci (Lisansüstü). Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İnsan İlişkileri ABD.
[1] Nilay Çabuk Kaya, Haktan Ural ve Merve Birgül (2011). Toplumsal Cinsiyet ve İnsan İlişkileri, Ankara: Ankara Üniversitesi Yayınları, s.84.