Kudüs İbrani Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Eva Illouz’un “Cold Intimacies. The Making of Emotional Capitalism” isimli kitabı ilk olarak Alman Suhrkamp Verlag yayınevi tarafından 2006 yılında yayımlanmış bir eserdir.
Dilimize çevirisi Özge Çağlar Aksoy tarafından gerçekleştirilen kitap, ülkemizde “Soğuk Yakınlıklar. Duygusal Kapitalizmin Şekillenmesi” adıyla 2011 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Kitabın 2. baskısı ise 2018 yılında gerçekleştirilmiştir.
“Homo Sentimentalis’in Yükselişi”, “Acı, Duygusal Alanlar ve Duygusal Sermaye” ve “Romantik Ağlar” olarak isimlendirilmiş üç ana bölümden oluşan kitapta bireyin yaşamında merkezî bir rolü bulunan “duygu” kavramının sanayi devriminden modern topluma aşamalı olarak uğradığı değişim “akılcılaştırma” ve “metalaştırma” temaları üzerinden eleştirel bir bakış açısı ile tartışılmaktadır. Yazar tartışmanın amacını şu cümleleriyle ifade eder: “Bu kitapta öne sürdüğüm temel konu modernitenin pek de gizli olmayan boyutundan kendimizi kurtardığımızda modern benliği ve kimliğimizi oluşturan şeylerin kişisel ve kamusal ayrımının ve bunun cinsiyetçilik üzerindeki ifadelerinin standart analizlerinin ciddi şekilde değişime uğrayacağıdır (s. 13).”
Tartışmaların ana eksenini oluşturan sosyolojik imgelemin çok geniş bir perspektif üzerinden gerçekleştirilmesi ve psikoloji disipliniyle kesişen kavramların betimlemelerindeki anlatım bütünlüğü dikkat çekicidir. Kitabın incelemesine devam etmeden önce bir konuya açıklama getirmek faydalı olacaktır. Temel düşüncenin sosyolojik imgelem ile ele alındığı bir çalışmada kavram olarak “duygu” kelimesinin işleniyor ve tartışmaların psikoloji disipliniyle birlikte yürütülüyor oluşu, okuyucu zihinlerde bazı soru işaretlerinin oluşmasına sebep olabilir. Böylesi bir durumda kavram karmaşalarının oluşmaması adına yazarın şu cümleleriyle bir betimleme sunmak uygun olacaktır; “Duygu şüphesiz ki psikolojik bir öğedir ancak aynı ölçüde hatta belki daha fazla oranda kültürel ve sosyal bir öğedir. Birey olma durumunun kültürel tanımlarını duygular yoluyla ortaya koyarız çünkü duygular somut, şu ana ait ama her zaman kültürel ve sosyal olarak tanımlanmış ilişkilerde ifade edilir (s. 14).”
Kitabın ilk bölümünden başlayarak son bölümüne kadar konuların birbirleriyle sıralı bir ilişki içerisinde işleniyor olduğu görülmektedir. Bu anlamda, konunun bütünlüğü açısından ilk bölümde yer verilen iki görüş üzerinde durmak gerekecektir; Popüler kültür tarafından benimsenmiş olan Marx’ın “yabancılaşma” kavramının çarpıtılıp değiştirilmesinin başlıca nedeni olarak elde edilebilecek duygusal çıkarımlara dikkat çekilir (s. 12). Bununla beraber, Durkheim’in sosyal aktörleri toplumun ana sembollerine bağlayan şeyi bir örüntü olarak gördüğü “duygular demeti” ifadesi ise son derece önemlidir (s. 12). Kitapta karşılaştığımız ilk tarihsel notun 1909 yılına ait olarak düşüldüğü görülür. Bu tarih Freud’un Birleşik Devletlerdeki Clark Üniversitesinde eklektik bir topluluğa vereceği bir dizi seminerin gerçekleştirildiği tarihtir. Sunumun ana teması Amerikan popüler kültüründe ciddi yankılar uyandıracak temel psikanaliz (dil sürçmesi, bilinçaltının kaderi etkilemedeki rolü, rüyaların ruhsal yaşamdaki önemi, arzuların altında yatan cinsel nitelikler) kavramlardır. Yazar, psikanaliz ve sonrasındaki karşıt görüşlü birçok ruh kuramının genel olarak duygusal yaşamı yeniden şekillendirmesi gibi birincil bir görevi olduğunun göz ardı edilmesinin ilginçliğine vurgu yapmaktadır. Bununla birlikte, klinik psikolojinin çok sayıdaki kolunun (Freudcu, Ben Psikolojisi, Hümanist, Nesne İlişkileri) Amerikan kültür peyzajının 20. yüzyılına egemen olacak yeni bir duygusal tarz olarak ifade ettiği “terapötik” duygusal tarzı ürettiği anlatılmaktadır. Modern duygusal tarz tam olarak bu olmasa da, I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşı arasındaki görece kısa dönemde ortaya çıkan terapi dili ile şekillenmektedir (s. 19).
Robert Bellah’ın Protestan Reformu hakkındaki ifadesi hatırlanacak olursa terapötik söylem en derinlerdeki kimlik sembollerini yeniden düzenlemiş ve yeni duygusal tarzın yeniden düzenlenmesi bu kimlik sembolleri üzerinden gerçekleşmiştir (s. 20). Foucault’un öne sürdüğü gibi, 19. yüzyıl psikiyatri söylemi normal ve patolojik arasında kesin bir sınır çizdiyse Freud sistematik olarak bu sınırı bulanıklaştırmış ve yeni bir patolojik mizaç, kişi için açık uçlu bir proje, tanımsız ancak kişi için zorlu bir hedefin hüküm sürdüğü yeni bir tür normallik ortaya koymuştur. (s. 22). Yazar bu yaklaşımlarla Freud’un bu yeni imgelemin merkezine cinsiyetçi, cinsel hazzı ve cinselliği koyduğunu ifade eder. Bununla birlikte, böylesi açık uçlu bir benlik projesinin Freud’un çağdaşlarının sansürlenmiş imgelemlerini alevlendirilebileceğini de öne sürmenin son derece makul görüneceğini belirtmek ister ve zamanla, dil modern imgeleme sorunsuz bir şekilde dâhil edilen cinsellik ile birleşmiş olur.
Terapötik dilin gelişim süreciyle birlikte 1920’lerde psikologların ilgi odağı haline gelen “öğüt edebiyatı” özellikle basılı ve görsel yayınlar aracılığı ile toplum üzerindeki etkisini etkin bir biçimde hissettirmeye başlar. Terapötik dil ile birlikte “terpötik ikna” psikologlar aracılığı ile uygulama bakımından özel ve kamusal alanda geniş bir yer bulur. Böylelikle, bir iletişim modeli biçiminde bireyin ve sosyalleşmenin merkezine konulur. Terapi, 20. yüzyıl boyunca kapitalizmin hizmet çalışanlarının duygusal kaynaklarından yararlanarak bu kaynakları harekete geçirmeye başlar. Kadınların iş gücüne girişleriyle birlikte feminizmin kadınların özerk, özgüven sahibi ve özel alanda sahip oldukları haklar hakkında bilinçli olmaya davet etmesine bağlı olarak kadının ve erkeğin duygusal anlamda çift cinsiyetli olmasında giderek artış görülür (s. 60). Psikolojik bilginin özgürleştirici yapısı feminizm ve iş dünyasının demokratikleşmesinin ortak etkileri sayesinde duygusal yaşam “tanı(n)ma” dinamiğinin kapsamına dâhil olur. Bu durumun Michael Silverstein’in “dil ideolojisi” olarak isimlendirdiği şey olabileceğine yapılan bir vurgu bulunmaktadır.
Kimlik değişimlerinin gerçekleştirilmesiyle ilgili tartışmaların ve örneklemelerinin sunulduğu bölümde karşımıza çıkan şey ise şudur; Bireyin kendini gerçekleştirme arzusunun “nevrotik acı” üzerinden güdülenerek “iyileşmenin” gerçekleşmesi ve bu iyileşmenin “sosyal bir faydaya” dönüştürülmesidir. Böylelikle, psikologlar ciddi psikolojik bozukluktan nevrotik acının çok daha geniş alanında yer edinerek artık sağlık ve kendini geliştirmenin tek ve aynı şey olduğunu benimsemeye başlarlar. Bu durumun yaygınlaşmasıyla birlikte “terapötik ethos” bir bilgi sistemi olmaktan çok Raymond Williams’ın deyimiyle “duygu yapısı” olmaya kaydığı anlatılmaktadır. Yazar bu noktadan sonra konuyla ilgili betimlemesini şöyle belirginleştirir; “Aslına bakılırsa terapötik kişisel gelişim kültürü, sosyal deneyimimizin resmî olmayan ve neredeyse tam oluşmamış bir yanı olmakla birlikte, kişinin kendisini ve başkalarını algılayışının, kişinin yaşam hikâyesini ve kişilerarası etkileşimini düzenleyen son derece içselleşmiş bir kültürel düzendir (s.79). ” Anlatılarda dikkat çeken diğer bir durum ise şudur; Michael Foucault ve John Meyer’in ifadesiyle modern devlet, gücünü kültürel kavramlar ve bireyin manevi görüşleri etrafında örgütler. Psikolojik söylem, devletin benimsediği ve propagandasını yaptığı bireycilik için temel modellerden birisidir. (s. 89).
Kitabın son bölümünde ele alınan romantizm duygusunun “romantik ağ” örneklemeleriyle sunulduğu bu bölümde ise yazar, kişinin sahici benliğinin tam bir dışavurumunun sağlanmasına imkân sağlayan teknolojilere dikkat çekmektedir. Bir duygu olarak aşkın temel dayanağının “beden” olduğunu ifade eden yazar, aşk ile ilgili şöyle bir betimleme sunar; “Avuçların terlemesi, kalp atışlarının hızlanması, yanakların kızarması, ellerin titremesi, ellerin birbirine kenetlenmesi, gözyaşları ve kekeleme bedenin aşkı derinlemesine yaşadığının sadece birkaç örneğidir (s. 113).” Yazarın son bölümde ele aldığı romantizm ile birlikte aslında, bireyin “benlik” kavramına ilişkin anlatımlarını ortaya koyarken yine kendisinin sorduğu tek bir soru özellikle de konunun özünü ortaya çıkaracak boyutta bir sosyolojik imgelemin kapılarını aralar; Teknoloji bedeni ve duyguları nasıl yeniden ifade eder (s. 113) ?
Bu soruya verilebilecek düşünsel cevapların yazarın okuyucu açısından tam olarak neyi anlatmaya çalıştığına dair bir farkındalığı açığa çıkacağı düşünülmektedir. Teknolojinin, bireyin bedeni ve duyguları üzerinden üretmiş olduğu sosyal ve ekonomik değerleri ise burada daha fazla detaylandırmaktan öte okuyucunun anlayışlarına bırakmak uygun olacaktır.
Son olarak, yazarın sonuç bölümünde Machiavelli’nin kamusal davranış ve başarılı olmanın kişisel ahlâk ve erdemden ayrı tutulmasına ilişkin görüşüne yaptığı atıf ile ortaya koyduğu şu sözlerine dikkat çekmek önemlidir; Psikolojik ikna, kişisel manevi benlik ile kamusal, amoral, araçsal, stratejik davranış arasındaki bu ikiliğin kavramlarını değişime uğratmıştır (s. 161).
Yazarın, birey olma durumunun yansıması olan “duygu” ve kişiliğin öznel aynası konumundaki “benlik” kavramlarının psikolojik ikna yöntemleri ile aşamalı bir biçimde akılcılaştırılmasını ve meta hâline dönüşümünü etkileyici bir betimlemeyle ortaya koyduğu düşünülmektedir. Analiz sonuçları değerlendirildiğinde, duygusal kapitalizmin modernite üzerindeki etkisi oldukça somut bir biçimde görülmektedir. Metalaştırılan benlikler, çalışma yaşamında gerçekleşen değişim ve dönüşümlerin ürettiği ikilemler, teknolojinin bireyi özgürleştiren artı değer üretimine karşın gözetim ve denetim mekanizmalarının kendisini sürekli yenileyen dinamik yapısı ve cinsiyet rollerinin toplumsal kurumlar üzerindeki farklı tezahürleri bu somut görünümün birer örneği niteliğindedirler. Duygusal kapitalizmin modernite üzerindeki “görünür” boyutundan, benliğimizi ve kişiliğimizi oluşturan şeylerden kendimizi soyutlayabilir miyiz ya da kendimizi bu “görünür” boyuttan soyutlamaya ihtiyaç duymakta mıyız? Bugün, “öğüt edebiyatı” olarak karşımıza çıkan terapi dilinin “birey” odaklı pratikleri ne tür değişimler gösterebilir? Cinsiyet kavramı toplumsal yapıyı açıklarken kullandığımız tanımları değişime uğratabilecek gelişmelere rol sahipliği yapabilir mi? “Akılcılaştırma” ve “metalaştırma” “insan” naturasına dokunmayı amaçlamakta mıdır? Yapının eylem üzerindeki pratikleri, eylemin toplumu aşındırıcı tezahürlerini beraberinde getirebilir mi? Giddens’ın sosyolojinin tanımını yaparken disiplinin son derece baş döndürücü ve zorlayıcı bir girişim olduğunu[1] ifade ettiği sözlerine atıfta bulunarak, bu eserin okuyucuların zihinlerinde farklı perspektiflerden yeni sosyolojik imgelemlere zemin oluşturacağını ifade etmek yerinde olacaktır.
[!] Her hakkı saklıdır, kaynak göstermek koşulu ile alıntı yapılabilir.
Dipnotlar:
[*] Şengün, M., Öğrenci (Lisansüstü). Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İnsan İlişkileri ABD.
[1] Giddens, A. (2012). Sosyoloji. İstanbul. Kırmızı Yayınları.